Sezai Karakoç bir yazısında “şehirler ruhlarımızı yansıtırlar” diyor.
Şehirlerin ruhu nedir peki?
Şehirlerin ruhu denilince aklımıza o şehrin; mimarisi, yemek kültürü, sosyal hayatı gibi kültürel unsurlar gelebilir. Sosyal hayatın içinde şehirdeki sportif faaliyetler, halkın spor tutkusu da bu ruhun aynası olabilir.
Bu yazıda küçük bir kasabada yaşayan insanların tutku ile bağlandığı futbol sevgisi ve bununla ilgili efsaneleşmiş bir olay anlatılacaktır.
Yazıya konu olan kasabamız Düzce’nin şirin ilçesi Akçakoca’dır. Akçakoca; Osman Gazi’nin komutanlarından, oğlu Orhan Bey’e de lalalık yapmış asıl adı Ali olan Türkmen aşiretlerinden Akçakoca Bey tarafından fethedilmiş bir ilçe. Rivayet odur ki bilge, aksakallı biri olması sebebiyle kendisine Akça Koca denirmiş…
Akçakoca Bey sadece Akçakoca’yı fethetmemiş; batıda Sakarya’yı, İzmit’i de katmış Osmanlı topraklarına. İzmit, Kocaeli olmuş. Türbesi Kandıra’da bulunan Akçakoca Bey bu yazıya konu olan kasabaya da adını vermiş. Bugün Akçakoca’da o zamanlardan kalma camiler, türbeler bulunmakta. Bunlardan en dikkat çekicisi 1323’te Çantı tekniği ile çivi kullanılmadan geçme ağaçla yapılmış Orhan Gazi Camii. Ayrıca Cumayanı Camii ve türbeler; hepsi bölgenin âdeta tapu senedi gibi dimdik ayakta.
1960’larda Türkiye’de turizmin ilk başladığı yerlerden olan Akçakoca, Ankara-İstanbul karayolunun geçtiği Düzce’nin 38 km. kuzeyinde Karadeniz kıyısında…
Buraya ulaşmak için E-5 Karayolundan ayrılıp kuzeye doğru orman denizini yarıp geçen yolu takip etmeniz gerekir. Ama dikkat ediniz, zira yolculuğunuz sırasında yolun iki tarafını kuşatan meşe, kayın, kestane, ıhlamur, çam ağaçlarıyla dolu ormandan yayılan ve içinize kadar nüfuz eden rayiha ile kendinizden geçebilirsiniz.
Kilometrelerce devam eden bu zümrüt denizinden sonra şehre yaklaşınca yemyeşil fındık bahçelerinin arasına gizlenmiş köyler başlar. Çizgi filmlerden çıkmış, uzaklardan mantar gibi görünen kırmızı çatılı, tuğlalı ahşap evlerin bulunduğu köyler…
Tepeleri aşıp Akçakoca’ya doğru iyice yaklaştığınızda Orhan Veli’nin Gemlik için söylediği söz burası için de söylenebilir:
“Akçakoca’ya doğru denizi göreceksin sakın şaşırma!”
Çünkü kuzeye doğru uzanan bu masalsı kıvrımlı yolda, Çiçekpınar tepesinden inişe geçip karşıya baktığınızda, masmavi kocaman bir deniz sizi karşılar. İçinden süzülüp geçtiğiniz zümrüt ormanlar, yerini artık yaklaştıkça daha da belirginleşen mavi bir atlasa bırakır. Hele hava sıcaksa bir an evvel bu uçsuz bucaksız deryaya bırakmak istersiniz kendinizi. İstanbul ve Ankara’ya yaklaşık 250 kilometrelik mesafede; yöreye has evleri, tarihî mirası, nefis kumsalları, yemyeşil tabiatı, yemekleri ve samimi insanlarıyla elinizi uzatsanız yakalayabileceğiniz bir güzelliktir bu…
Böylesi güzel bir şehrin başka özelliği daha vardır: Futbol tutkusu. Bu, öyle güçlü bir tutkudur ki oluşumu 1950’lere kadar giden, insanları deniz gibi hep kendine çeken Akçakoca’nın ruhunu yansıtan bir tutku. Yazımızın asıl konusu da bunula ilgili. Yaklaşık kırk yıl önce oynanmış bir futbol maçı, yaşanmış bir hikâye. Aslında hikâyeden de öte efsaneleşmiş bir olay…
Akçakoca’daki futbol faaliyetleri Cumhuriyet’in ilanı kadar eskidir. Ancak kentin bilinen en eski meşhur kulüpleri 1946’da kurulan Gençlikspor Kulübü, 1952’de kurulan Gökspor ve 1954’te kurulan İdmanyurdu Bu takımlardan İdmanyurdu ve Gençlikspor Kulübü arasındaki rekabet öyle çekişmeliydi ki, bazen rekabet yüzünden küslükler ve dargınlıklar da yaşanırdı. O zamanlar Gençlik Spor Kulübü’nde oynayan Atabek, maç için hazırlık yaptığı sırada annesi maçın kimle olduğunu sorar. Atabek, İdmanyurdu ile olduğunu söyleyince annesi telaşlanıp oğlunu uyarır:
“Aman uşağumm, ularla maç yapmayııın; sizi hem yenellee, hem dövellee!”
Genelde Bolu bölgesi şampiyonu olurdu bu takımlardan biri. Sezon bitip yaz geldiğinde de futbol coşkusu bitmezdi Akçakoca’da. Köylerin neredeyse tamamı, kurdukları yeni takımlarla düzenlenen Kaymakamlık Kupası’na katılırdı. Buradaki çekişme ve rekabet duygusu daha başkaydı. Taraftarlar kendi köylerinin şampiyon olması için bütün imkânlarını seferber ederdi. Hayatında hiç futbol maçı seyretmemiş yaşlı amcalar, teyzeler bile kendi köylerinin takımını seyretmek için gelirdi stada.
Yazımızın konusu olan Gökspor da bu takımlarından biriydi. Ancak diğerlerinden bir farkı vardı Gökspor’un. O, Türkiye’de Federasyonuna bağlı resmî olarak 1952’de kurulmuş ilk amatör köy takımıydı…
GÖKSPOR EFSANESİ
Yıl 1980… Sıcak bir Haziran günü… Manisa’da Türkiye Amatör Futbol Kulüpleri Şampiyonası grup maçları var. Bolu’da şampiyon olan Akçakoca Gökspor da ili temsilen bu turnuvaya katılmaya hak kazanmıştı. Turnuvadaki diğer takımlar; Muğlaspor, Uşak Gençlerbirliği ve İzmir Torbalıspor’du. Takımlar kendi aralarında birer maç yapacak, birinci olan bir üst grupta ikinci lige çıkmak için mücadele edecekti.
Gökspor kâfilesi, kendini takımına adamış efsane başkanı Altan Solak liderliğinde Akçakoca’dan yola çıktı. Takım umutluydu. Bolu’yu temsilen diğer Akçakoca takımlarından seçme yapılarak oluşturulmuş muhteşem bir kadro vardı Gökspor’da. Kimler yoktu ki: Turgay Çakmak, Ali Ertuğ, Sedat Üzmez, Sefer Öztürk, Aydın Başaran, Mustafa Lokum, Şafak Ekici, Dursun Köse, Mustafa Turhan, Erhan Acar, Orhan Koç, Osman Karayavuz ve meşhur beden eğitimi öğretmeni takım kaptanı, antrenör-oyuncu Ali Kulak.
Turnuva başlamadan birkaç gün önce yola çıkan Gökspor, Manisa merkezde bulunan Günaydın Oteli’ne yerleşti. İlk maç Uşak Gençlerbirliği’leydi. Gökspor gruptaki ilk maçta rakibini yenince umutlar artmıştı. Belki de Gökspor, Akçakoca futbol tarihinde ikinci lige çıkıp bir ilki gerçekleştirecekti.
Gökspor’un kaldığı otelde Muğlaspor takımı da kalmaktaydı. İki takım için de bu, ilginç bir tesadüftü. Otelde bütün futbolcular aynı lobiyi kullanıyor, aynı yerde yemek yiyip kahvaltı yapıyorlardı. Muğlalı futbolcular çok genç, ufak tefekti; adeta lise takımı gibiydi. Bunun aksine Gökspor tecrübeli, yaşça olgun, daha iri, atletik futbolculardan kuruluydu. Muğlasporlu çelimsiz futbolcuları gören Göksporlu futbolcuların keyfi yerine gelmiş, havaya girmişlerdi.
İki takımın futbolcuları zaman içinde birbirlerine iyice kaynaştılar. Bazen birbirlerine takılıp laf atıyor, şakalaşıyorlardı: “Abisi yarın senin sağından atıp solundan geçeceğim. Fena yeneceğiz sizi!” diyen Göksporlu Orhan’a, Muğlalı Rıdvan utangaç bir tavırla; “Biz sahada konuşuruz abi!” diyerek saygıyla cevap veriyordu.
Ertesi gün, Manisa şehir stadında maç başlamak üzereydi. Güneşli, güzel bir gündü. Futbolcular seromonide dizilmiş, seyircileri selamlarken, iki takım arasındaki fiziksel farkı gören az sayındaki Gökspor taraftarı bu görüntüden hayli umutlanmıştı.
Maç başlamıştı... Muğlaspor hiç de öyle düşünüldüğü gibi değildi. Muğlalı futbolcular, topu çok hızlı çevirip teknik oynuyorlar; forvetleri, Gökspor’un ağır defansını hallaç pamuğu gibi atıyordu. Sağ açık Orhan’ın, daha önce Bolu’daki maçlarda yaptığını bu sefer Muğlalı gençler Gökspor’a yapıyor; topu rakibin sağından atıp solundan geçiyordu. Defansı her geçen futbolcu, kaleci Ali ile karşı karşıya kalıyor, goller art arda geliyordu. Ali’nin morali iyice bozulmuştu. Defansta oynayan Aydın, sahanın en yaşlı, en kalıplı oyuncularındandı. Ancak karşısındaki forvet çok hızlıydı. O, dönüp daha topa müdahale edinceye kadar Rıdvan, Sercan ve Sertan üçlüsü ceza sahasına giriyor, gol “şov”larına devam ediyordu. Hele bir defasında Rıdvan, on sekiz dışından, çizgi hâlinde duran Gökspor defansının önünde, dibine vurarak topu havalandırmış, defansın arkasına aşırttığı top, daha yere düşmeden onu göğsüyle yumuşatıp voleyle doksana takmıştı. Bu, futbol sahalarında ender görülebilecek hareketlerden biriydi. Muğlaspor’un futbolu sanki Amerikan Harlem basketbol takımının gösterisine benziyordu. Gökspor’un iyilerinden Şafak; çalım atıyor, mücadele ediyor, bir şeyler yapmaya çalışıyordu; ama nafile… Göksporlu futbolcular adeta yıkılmıştı. O gün sakat olduğu için yedekler arasında bulunan Sefer, sahadaki arkadaşlarının çaresizliğini gördükçe, “iyi ki oynamadım bu maçta” diyordu içinden. Yedek kulübesinde oturan diğer futbolcular ise hop oturup hop kalkıyor, arkadaşlarına “Faul yapın, indirin!” diye bağırıyordu. Aydın ise eliyle sakalını gösterip “bu çocuklara nasıl vururum!” der gibi işaretle cevap veriyordu. Bir ara Dursun, çok sinirlendi ve takım kaptanı Ali Kulak’tan izin istedi. “Hocam, bari faul yapıp durdurayım şunları!” Tecrübeli kaptan, Dursun’un niyetini anlamıştı: “Sakın ha, bu çocuklar gelecekte yıldız olacak, bu işten ekmek yiyecekler!” diyerek Dursun’u uyardı. Ali Hoca, rakip futbolcu Rıdvan’dan ricada bulundu: “Tamam maçı aldınız, daha atmayın artık, sonraki maçları düşünün. Maazallah arkadaşlar sinirlenir, bir sakatlık olur!” Rıdvan ise; “Abi top gelince oynuyoruz, ne yapabiliriz ki!..” diye mütebessim bir şekilde cevap veriyordu. Kaptan Ali Kulak, Muğlalı gençlerin gelecekte birer yıldız olacağını anlamıştı. Muğlaspor’da sadece Rıdvan iyi oynamıyordu; Sercan, Sertan, Serbay ve kaptan Abdurrahman da iyi oynuyordu. Gökspor hem ruhsal, hem de fiziksel olarak bitmişti. Büyük umutla, hevesle geldikleri Manisa’da, Muğlaspor gibi tıfılların oluşturduğu bir takıma 9-0 yenilip turnuvaya veda etmişlerdi.
Ama nereden bilebilirlerdi ki rakip takımda oynayan futbolculardan birçoğunun daha sonra Türk futboluna damga vuracak birer yıldız olacağını. Nitekim o yıl Muğlalı gençlerin başarısı, zamanın Türkiye Süper Lig takımlarından Boluspor’un dikkatini çekmişti. Başkan Nadir Garipoğlu, Rıdvan ve Sercan’ı Boluspor’a transfer etti. Bu futbolcuların Bolu’daki başarısı büyük takımların da gözünden kaçmamıştı. Rıdvan daha sonra, Sarıyer’e, oradan da Fenerbahçe’ye transfer oldu. Sercan ise önce Zonguldakspor’a, sonra Sarıyer’e, oradan da Fenerbahçe’ye gitti. Bilindiği gibi Rıdvan uzun yıllar Fenerbahçe’de ve Millî takımda oynadı; Türk futbolunun yıldızı oldu. Sercan da tıpkı Rıdvan gibi Fenerbahçe’de ve A Millî Futbol Takımı’nda önemli maçlara çıktı, gollerine devam etti….
Bu maç, bütün Akçakoca’da, Bolu’da konuşuldu yıllarca. Futbolla ilgilenen kime sorsanız bu hikâyeyi bilir. Gökspor’un, Muğlaspor’a 9-0 mağlubiyeti bir hezimet olarak düşünülmedi. Çünkü yenildikleri takım, her biri günümüzün Messi’si diyebileceğimiz Rıdvanlı, Sercanlı, Sertanlı… Muğlaspordu.
Peki… Gökspor’un, Muğlaspor’a 9-0 yenilmesi hezimet mi, yoksa başarı mı?
Bu, hezimet değildir. Göksporlu futbolcuların çocuklarına anlatacağı güzel bir hikâyedir, bir efsanedir aslında. Dolayısıyla o gün Muğlaspor’a karşı yiğitçe oynamış her futbolcu yergiyi değil; övgüyü ve alkışı hak etmektedir…. Ruhun şad, mekânın Cennet olsun Altan Başkan. O gün takımı toparlayıp kısıtlı imkânlarla Manisa’ya götürmeseydin bu hikâye de yazılmayacaktı…
İşte böyle…
Şâirin dediği gibi; şehirler, içinde yaşayan insanların ruhunu yansıtır. İster spor, ister sanat, ister iş… Hangi konuda olursa olsun, oradaki faaliyetler şehrin kültürünü anlatır. Bu kültürel unsurlar ve alışkanlıklar nesiller boyu devam eder (?) yaşanmış hadiseler efsaneleşir.
Devam eder mi?
Şimdilerde bu devamlılığı pek göremesek de hiç olmazsa yazarak hâtıraları canlandırmak, geleceğe de belki bu şekilde not düşmek gerekir…
Engin Ömeroğlu